Orhan Selim Bayraktar Kemal Kılıçdaroğlu ile görüştü
Nisan 7, 2020
Böyle bir başlık insanımızı gülümsetmez mi?
Dünyanın kişi başına gelir düzeyi en yüksek ülkelerinden birinde yaşayacaksın ve yoksul olacaksın. 
Yoksullar kendilerinin yoksul olduğunu bilmezlerse ne olacak? 

Birilerinin onlara bölüşümde bir eksiklik, bir yanlışlık olduğunu anlatması gerekmez mi?

Yoksullukla Mücadele Platformu Batı Amsterdam’da bir akşam toplantısı düzenledi.

Katılımcı listesinde bölge belediye başkan yardımcıları, hukukçular, uzmanlar, semt evi çalışanları, gönüllüler ve yoksullar da olmak üzere, beyin fırtınasına hazır, her yelpazeden Amsterdamlılar vardı. Surinam’dan, Afrika’dan Asya’dan, Türkiye’den, Fransa’dan, Balkanlar’dan insanlar…

Sorun önce tanımlanmalıydı. 

Yoksulluk neydi? 

Neden yoksuldular?
Tartışmasız kabul gören anlayış; “Eğer dünyanın herhangi bir yerinde yoksulluğa bir çözüm bulunabilse, o ülke kesinlikle Hollanda olabilir.”

Yoksulluk kendiliğinden oluşmuyor, yoksulluk toplum olarak zenginliği adil paylaşmamızdan kaynaklanıyor.
Genel Hollanda istatistiklerine göre, her dokuz çocuktan biri, yoksulluk içinde ve biz buna göz yumuyoruz. Hollanda toplumunun bu konuda sessizliğinin nedeni, herkesin zaten eşit fırsatlara sahip olduğu düşüncesi mi?
Her insanın, kurumun, grubun kendine özgü bir yoksulluk tanımı olacağı aşikâr. Bunları sırayla yazıp farklılıkları hep beraber tartışarak bulmak doğru olacaktı. Sonunda şu tanım kollektif benimsendi.
Eksik olanlar şunlar belirlendi:

 Kesin yoksulluk.

 Geçici yoksulluk.

 Yoksulluk bir mantalite duygusu.

 Gizli yoksulluk, yakın çevre tabuları.

 Yoksulluğun yeniden tanımlanması gerek bu yalnızca ekonomik yetersizlik değildir.

 Yoksullukla mücadele toplum için bir kazanç olacaktır. Ekonomik katkı büyüyecektir.

 Farkındalık ve kabulleniş başlangıçtır.

 Çalışanların yoksulluğunu düşünmek gerek.

 Yoksulluğun sayısal olarak bilinmesi gerek.

 Yoksulluğu maddi yetersizlik, bilgi eksikliği, toplumsal eşitsizlik olarak görmek gerek.

Bu tanımlamalar yurttaşlar tarafından ifade edildi.

Amsterdam’da var olan yoksulluk yalnızca ekonomik boyutlu olamazdı.

Bir sosyal, kültürel boyutu ve yoksulluğu da olmalıydı.

Çözümler sıralanırken Rotterdam’ın Avrupa’nın kültürel başkenti olduğu dönemdeki, kültürel yoksullukla mücadelesi bir örnek olarak gösterildi. (Söz gelimi, hayatında hiç operaya gitmemiş insanlara bu şans tanındı. Sanata Evet operasyonu toplumda yıllarca süren izler, gelenek ve alışkanlıklar bıraktı. )

Gruplara ayrılan katılımcılar şu çözümleri ürettiler:

 Eğitimdeki yetersizlikler aşılmalı.

 İnsan Hakları ihlalleri, ayrımcılıklar bitirilmeli.

 İş dünyasının ilgisizliğine çözüm üretilmeli.

 Gönüllü işleri ücretlendirmeliyiz.

 Bilgi yoksulluğunu bitirelim.

 Ebeveynleri eğitelim.

 Yoksullara umut verelim ve ufuklarını açalım.

 İş yaşamına başlangıç eşitliği sağlansın.

 Her etnik grubu kendi dillerinde aydınlatalım (160+ dil).

 Eşitlik ilkesini tüm konumlarda kullanalım.

 Ön yargıları bitirelim.

 Yoksulluğa desteği yalnızca eğitim, bilgi ve mali kaynak aktarımı olarak değil, aynı zamanlarda başka biçimlerde de yapabiliriz. Sosyal konutları güneş enerjisi desteğiyle donatalım. Elektrik, gaz masrafları azaltılsın.

Çevre yatırımı

Aslında gerek Hollanda konut sistemi ve Hollanda İmar Yasası yoluyla, belediyelerin organize ettiği, imar izni verdiği sosyal konut projelerini yalnızca güneş enerjisiyle baştan donatmak, kullanıcılarına ve ekonomiye farklı bir destek verebilirdi.

Kışın suyun güneş enerjisiyle 7 derece ısıtılması bile semti düşündüğünüzde çok büyük bir enerji kazanımı sağlayacaktı.

Güneş enerjisinden elde edilecek elektrik, yoksul ailelere yeni bir gelir desteği sağlayacaktı. Sorun güneş enerjisini sonradan sübvanse etmek yerine, baştan verilen bir sübvansiyonla çözülebilecekti.

Bunun için imar planı değişikliği de gerekmiyordu. Gerçekte bir çevre yatırımı oluyordu.
Katılımcı başkan yardımcıları görüş bildirmediler ama dikkatle konuşmaları not ettiler. Hollanda İstatistik Bürosu rakamlarına göre, Türkler, Faslılar ve Antilliler emsallerine göre yüzde 25 daha az kazanıyor. Üç ana neden sıralanıyor; iş pazarında ayrımcılıkla mücadele, eğitimlerin diplomalandırılması, iş sözleşmelerinin süresiz olabilmesi.
Akşamı yemekle ve müzikle bitirdik. Bir çok katılımcı bilgilerini ve bakış açılarını zenginleştirmişti.

Zengin ülkede yoksulluk!

Hollanda’da son beş yılda 2 milyon 500 bin insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı açıklandı. Hollanda İktisadi Araştırmalar Enstitüsü, yoksulluğun en çok mağdur ettiği kesimin ise kadınlar ve çocuklar olduğunu rapor etti.

Yoksulluk raporuna göre, çocuklarda yoksulluk ve sosyal dışlanma riski son beş yılda yüzde 1,5 artarak yüzde 17’ye yükseldi. Toplam 604 bin çocuk yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Raporun altına imza atan uzmanlar, çocuklar için sunulan imkânların yeterli olmadığı, sosyal altyapının ihtiyaçları karşılamadığı tespitinde bulundu. Yoksulluk ağırlıklı olarak kentsel dezavantajlı mahallelerde daha fazla. Bu durum toplumdaki diğer gruplardan tecrit riski taşıyor. İşgücü piyasasında ve eğitimde eşit olmayan durumlar ortaya çıkarıyor. Hollanda İktisadi Araştırmalar Enstitüsü’nün verilerinden faydalandığı Platform31 Direktörü Hamit Karakuş, yoksullukla eğitim, işgücü katılımı ve konut gibi alanlarda etkili bir biçimde mücadele edilebilmesi için öneriler de bulunduklarını söyledi.

Özgürlükler şehri: Amsterdam (Amsterdam gezilecek yerler)Red Light bölgesi, son derece turistik bir atraksiyon olan Madame Tussaud Müzesi, Dam Meydanı, her köşe başında satılan lale tohumları ve Hollanda tahta terlikleri… Amsterdam’ın turistik ikonları olan tüm bu ‘klişe’lerden yeterince bahsedilmiş olmalı. Bu yazı ise naif bir Amsterdam üzerine. Brandlifemag.com editörlerinin gözünden özgürlükler şehri Amsterdam…

Amsterdam’da ‘legal’ olan pek çok şeyi yaşayabilme rahatlığı, sex shop’lar ve bilinen tüm diğer ‘özgürlükler’; son derece çılgın kostümlerle şehrin sokaklarında dolaşıp, bekarlığa veda partisi yapan erkek grupları başta olmak üzere, şehri pek çok insan için cazibe merkezi haline getirse de daha az turistik sokaklarda ve semtlerde zaman geçirerek, hatta biraz da köylere, kasabalara uzanarak, Amsterdam’lı biri gibi yaşamanın ucundan da olsa tadına bakmak, çok daha iç ısıtan bir deneyim.

msterdam’da ‘legal’ olan pek çok şeyi yaşayabilme rahatlığı, sex shop’lar ve bilinen tüm diğer ‘özgürlükler’; son derece çılgın kostümlerle şehrin sokaklarında dolaşıp, bekarlığa veda partisi yapan erkek grupları başta olmak üzere, şehri pek çok insan için cazibe merkezi haline getirse de daha az turistik sokaklarda ve semtlerde zaman geçirerek, hatta biraz da köylere, kasabalara uzanarak, Amsterdam’lı biri gibi yaşamanın ucundan da olsa tadına bakmak, çok daha iç ısıtan bir deneyim.

Şehrin ana kanallarının birine bakan, yüksek tavanlı tipik bir Amsterdam evinde yüzümü donduran ve nefesimi kesen rüzgarla tanıştıktan hemen sonra, nefis peynir çeşitleriyle dolu bir ahşap peynir tabağının eşlikçisi olan dost bir sohbetin ve prosecco’nun tadını çıkarıyorum.

Sonraki günlerde bu denli sert rüzgarlarla bir daha karşılaşmamayı umarak, hava raporundaki sıcaklık değerlerinden ziyade rüzgar kuvveti ile ilgileniyoruz, tüm Amsterdamlılar gibi. Arkadaşım diyor ki, “Burada güzel havayı kimse kaçırmaz, günler öncesinden hava raporuna bakılır ve çalışanlar o gün izin almak için bahaneler düşünmeye başlarlar” Kanala bakan büyük camlara ve açık bir mutfağa sahip, ahşap zeminli evde yaşayan arkadaşımın anlattıklarıyla hızlı bir Amsterdam girişi yapıyorum.

Turistik olmayacağım derken kaybolmamak adına, elbette şehri bir örümceğin ağı özeninde sarmalayan kanalları çözmek için elimde bir harita olması olağan. Tam bu esnada başıma, insanın henüz yabancısı olduğu bir şehirde karşılaşabileceği en güzel şeylerden biri geliyor. Kararsız bir şekilde duraksadığımı gören bir bisikletli, son derece iyi niyetli bir içgüdüyle bisikletini durdurup, nereyi aradığımı anladıktan sonra adres tarifi yapınca, dünyanın aslında hala iyi bir yer olduğuna dair umudum canlanıveriyor. Bu, ‘bir defaya özgü ve sanırım çok da umutsuz görünüyordum’ diye düşünüyorum, ancak bu durum birkaç defa tekrarlanınca iki seçenek kalıyor: Ya ben çok ‘kaybolmuş’ görünüyorum ya da Hollandalılar çok yardımsever ve centilmen.

Şehrin ana meydanlarından ve kalabalık noktalarından hızla geçiyorum. Vitrinlerdeki plastik görünümlü devasa pizza dilimlerinin ve kremaya bulanmış kocaman dilim pastaların, turist gruplarının, yanıp sönen tabelaların arasında bir gerçeklik bulmak pek söz konusu değil. Bu paketlenmiş ve tüketime sunulmuş alandan uzaklaşıp, merkezin hemen yanı başında sunulan pasta dilimlerinin tadına bakmak için sabırsızlanıyorum.

Jordaan bu semtlerden biri. Mahalle barlarında, kahvecilerde ve tasarım butiklerinde aylaklık etmek ve rüzgar almayan bir yer bulmak için azimli davranmak, benim için ikinci günün sonunda gerçek Amsterdam deneyimi haline geliyor. Zaman zaman ‘turistik’ tarafım içimde kımıldansa da ağırlıklı olarak burun kıvırıyorum. Keyfe keder bir şekilde devrilen saatlerden sonra akşam beni bekleyen, şehrin trend restoralarından olan Izakaya’da Japon füzyon lezzetleri.

Bir süre sonra bisiklet kiralamak fikri, yolları bilmediğim için ve son derece turistik geldiğinden, Amsterdam’ın dışında yer alan ve daha gelmeden radarıma takılan Edam’a gitmeyi planlıyorum. Düzenli ve düzgün sistem burada da işliyor. Edam, Volendam ve Marken’ı içeren bir otobüs rotası var. Elbette bu köyler için hazırlanan broşürlerde turistik bir pazarlama durumu söz konusu olsa da burnuma hiç de bayat bir koku gelmiyor; bilakis harita ve broşürdeki çizimlerin ve kısa bilgilerin sevimliliğine çabucak kapılıyorum.

Edam peyniri ile özdeşleşen Edam kasabasında hiç de öyle tahmin ettiğim gibi adım başı bir peynir butiği yok. Hatta sadece kasabanın meydanında bir tane gördüğümü söyleyebilirim. Meydanda mini bir müze ve otel bulunuyor. Otelin dışarıda yer alan kafesinde oturup kahve içmek, sonrasında evlere hayran kalarak, nehir kenarında sessiz sakin akan bir hayatın içinde yürüyüş yapmak ise gözlerime ve ruhuma iyi geliyor.

Volendam, Edam’dan sonra kuzey balıkçı kasabası havasıyla aynı gün içinde farklı bir görsellik yaşatıyor. Turistik ve hayli hareketli kasabanın limandan aşağıya doğru uzanan sokaklarındaysa yine sükunet hakim.

Amsterdam’ın kasabalarında, ara sokaklarda ve nehir kenarlarında gezerken, zevkli bahçelere sahip evlere bakmaya doyulmuyor.

Volendam’ın restoran, kafe ve hediyelik eşya dükkanlarının yanyana sıralandığı limanından binip, yarım saat sonra akşamüzeri saatlerinde indiğim Marken limanındaki bir restoran bara oturup, hayata kadeh kaldırıyorum.

Huzurlu, sessiz köyler turistlerin seyrekleştiği saatlerde daha da çok bir dekormuş gibi görünüyor gözüme. Sanki buralarda kimse yaşamıyor da insanlar, bir açık hava müzesindeymiş gibi hayran kalarak gezsinler diye düzenli olarak evlerin ve bahçelerin bakımı yapılıyor. Marken’ın huzurunun içinden geçip tekrar otobüse biniyorum. Vakit kaybettirmeyen, yormayan bir rota.

Tertemiz köyler, kasabalar. Otobüsten Amsterdam’a yaklaşırken Monnickendam’da inebileceğimi görüyorum. Kasabanın gözüme kestirdiğim restoranlarından sıcak bir dekorasyona sahip olan De Waegh’in kapısının önündeki masalardan birine oturup, patates kızartması ve balık siparişi veriyorum. Akşamüzeri saatlerinin yatay ışığında, renkler daha da yumuşuyor, kilisenin çanları çalıyor…

Otobüs, Amsterdam Centraal Tren İstasyonu’na vardığında akşam olmak üzere. İstasyonun hemen önünde, şehri bir örümcek ağı gibi saran tramvayların durağında, birkaç günlüğüne evim olan adrese giden tramvayı arıyorum.

Amsterdam’ın rahatlığı, kolaylığı ve samimiyeti; tüm turistik, neon ışıklı ve paketlenmiş tarafının aslında sadece bir ilüzyondan ibaret olduğu gerçeği, ana resimden biraz uzaklaşınca nispeten sakin ve huzurlu bir yaşamın akıp gittiğini hissetmek beni mutlu ediyor.

Mahalleme vardığımda evin yakınındaki marketten harika bir Hollanda hardalı, peynir ve bir şişe şarap alıyorum. Gün boyu gördüğüm köylerin, kasabaların dingin enerjisi, bana o Amsterdam akşamında ve sonrasında ihtiyacım olan her an eşlik ediyor.

Kaynak: https://www.ntv.com.tr/galeri/seyahat/ozgurlukler-sehri-amsterdam-amsterdam-gezilecek-yerler,U8-7ZFjRUUWPamfrXtHAmA/eAhBdhyrIUip2sRTaP9A6A

 

&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&

ORHAN SELİM BAYRAKTAR

Şubat 1959 tarihinde Kayseri/Süleymanlılı bir ailenin 5 evladından biri olarak dünya’ya gelen Orhan Selim Bayraktar; ekonomist, yerel yönetimler uzmanı, çevreci, girişimci ve siyasetçi kimliğiyle Avrupa Türk toplumunda tanındı.

 

Bayraktar, yöneticisi olduğu MIRA Medya Grubuyla, medya sektöründe genç televizyoncu ve gazetecilerin yetişmesine katkı sunarak; kamu’da bürokrat olarak çalıştığı dönemden edindiği deneyim ve birikimiyle; Hollanda Türk toplumuna önderlik ederek Sosyal Demokrat İsçi Partisi’nde (PvdA) Rotterdam Anakent Belediye Meclisi üyeliğine ilk seçilen Türk asıllı siyasetçilerdendir.

 

Bilimsel seviyede “belediyecilik” kimliğiyle Hollanda Belediyeler Birliği’nde “uzman” sıfatıyla çalışarak; 17 Ağustos Körfez depremi dahil az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kalkınmaya destek projelerin altında imzası vardır.

Bayraktar, birçok sivil toplum kuruluşunda çalışmalar gerçekleştirerek, Hollanda Tema Vakfı’nın kurucularındandır ve  çevrecilik bilincinin toplumda yaygınlaşmasını sağlayıcı çalışmaları yanı sıra ülkenin en büyük Ticaret ve Sanayi Odası olan Rotterdam Ticaret ve Sanayi Odası’nın ilk Türk, Yönetim Kurulu üyesi olmuştur. Aydın kimliğiyle “Avrupalı Türklerin seçilme (temsil) hakkı” konusunda siyasi çalışmaları devam eden Bayraktar iyi derecede Hollandaca, İngilizce ve Almanca bilmektedir